Doktor hatası sebebiyle hatalı teşhis veya teşhis sonrası uygulanan yanlış tedavi sebebiyle hastaların/hasta yakınlarının uğradığı zararların tespiti ve giderilmesi, yeni bir hukuk dalının doğmasına sebebiyet vermiştir. Malpraktis olarak bilinen terim, Türk Tabipler Birliği tarafından yayınlanan Hekimlik Meslek Etiği Kuralları’nın 13. maddesinde “Bilgisizlik, deneyimsizlik ya da ilgisizlik nedeniyle bir hastanın zarar görmesi ‘hekimliğin kötü uygulanması’ anlamına gelir” şeklinde ifade edilmiştir. Buna göre teşhis ve tedavi sırasında bir doktorun aldığı eğitim ve sahip olduğu vasıflar baz alındığında, objektif olarak kendisinden beklenenden daha kötü bir uygulamanın meydana gelmesi halinde malpraktisten bahsedilecektir. Doktorun tıbben kabul gören uygulamaları gerçekleştirmesine, gerekli tüm dikkat ve özeni göstermesine rağmen istenmeyen bir sonucun ortaya çıkması halinde ise komplikasyon olarak nitelenen bu durumdan ötürü doktorun hukuki bir sorumluluğu doğmayacaktır. Malpraktis davalarında doktor hatasının olup olmadığı, zararın komplikasyon sonucu oluşma ihtimali öncelikli olarak değerlendirilecek, doktor hatasının tespiti halinde ise kusur oranı ve ortaya çıkan zararın boyutu baz alınarak dava sonuçlandırılacaktır.
Doktor ve hasta arasında var olan hukuki ilişki temel olarak ‘tedavi sözleşmesi’ ya da ‘hekimlik sözleşmesi’ olarak ifade edilir ve bu sözleşmenin unsurları Borçlar Kanunu’nun 502. maddesinde belirtilen vekalet sözleşmesine tabidir. Yapılan sözleşme ile doktor tarafından hastanın iyileşmesi için gerekli tıbbi müdahale ve organizasyonların gerçekleştirilmesi, hasta tarafından da bunun karşılığında doktora anlaşılan ücretin ödenmesi üzerinde anlaşılır. Doktor tarafından üstlenilen tıbbi müdahale ve organizasyonların bir üst paragrafta anılan şekilde ‘kötü’ icra edilmesi ve bunun neticesinde bir zarar doğması halinde ise malpraktis davaları gündeme gelecektir. Burada önem arz eden ayrım vekalet sözleşmesinin bir türü olan hekimlik sözleşmesi ile iyileşmenin ya da hastalığı tamamen atlatmanın doktor tarafından garanti edilmemesi, taahhüt edilen hususun hastalığın atlatılması ve iyileşme için mesleki sınırlar içinde gereken özen ve çabayı göstermekten ibaret olmasıdır. Bir diğer ifadeyle tıbbi uygulamayı yapan hekim, hastalığın teşhisi veya tedavi işini yerine getirirken olumlu neticenin elde edilmemesinden sorumlu değilse de, bu sonuca ulaşmak için gösterdiği çabanın, yaptığı işlemlerin, eylemlerin ve davranışların özenli olmayışından doğan zararlardan dolayı sorumludur.
Malpraktis davaları tek tip ve türde olmayıp; tedaviyi üstlenen doktorun kendi nam ve hesabına çalışmasına, özel sektör veya kamu çalışanı olmasına göre farklılıklar gösterebilir. Bunun yanı sıra uygulanan tıbbi müdahalenin tedavi ya da estetik amaçlı olması gibi durumlarda da aradaki hukuki ilişki ve başvurulacak kanun maddesi farklılık gösterebilecektir. Bu nedenle genel bir tanımla malpraktis olarak nitelenen doktor hatalarından kaynaklanan her davanın kendine özgü bir yasal dayanağı ve tabi olacağı usul şekli olabilir.
Kendi nam ve hesabına çalışan doktorların malpraktis sebebiyle sorumluluğu: Borçlar Kanunu’nun 502 vd maddelerinde sınırları çizilen vekalet sözleşmesi uyarınca hatalı tedavi uygulayarak bir zararın meydana gelmesine sebep olan doktor hastaya ya da hasta yakınlarına karşı doğrudan vekil olarak sorumludur. Bu kapsamda meydana gelen zararın haksız fiil sonucunda gerçekleşmesi sebebiyle, 6098 Sayılı Borçlar Kanunu’nun genel hükümleri uyarınca talep ve dava hakkı 2 ve 10 yıllık zamanaşımına tabiridir. Buna göre meydana gelen zararla fiil arasındaki illiyet bağının öğrenildiği tarihten itibaren 2 yıl ve her halükarda olay tarihinden itibaren 10 yıl içinde kullanılmayan talep ve dava hakları zamanaşımına uğrayacaktır. Kendi nam ve hesabına çalışan doktorlara karşı açılacak malpraktis davalarında görevli mahkeme Tüketici Mahkemesi’dir. Ancak doktorun mesleki sorumluluk sigortasına karşı açılacak davalar Asliye Ticaret Mahkemeleri’nde görülür.
Özel hastanede çalışan doktorların malpraktis sebebiyle sorumluluğu ve takip edilecek hukuki prosedür: Uygulamada çoğu zaman özel hastanede çalışan doktorların yanı sıra hastane ile ayrı bir hekimlik sözleşmesinin yapıldığı görülmektedir. Ne var ki hastaneyle ikinci bir sözleşme yapılmasa bile, doktor ve hastane arasında var olan hizmet ilişkisinden ötürü Borçlar Kanunu’nun 66. maddesi uyarınca hastanenin kanundan kaynaklanan bir sorumluluğu zaten bulunmaktadır. Bir başka deyişle, hasta ile hastane arasında imzalanmış ikinci bir sözleşme olmasa bile, doktor hatasından kaynaklı bir zararın meydana gelmesi halinde doğrudan hastane aleyhine açılabileceği gibi aynı dava doktorla birlikte hastaneye karşı da yöneltilebilir. Özel hastanelerin kanundan kaynaklanan sorumlulukları ayrı bir sözleşmeyle ortadan kaldırılamaz, ancak özel hastane Borçlar Kanunu’nun 66. maddesinde ifade edildiği üzere zararın doğmasını engellemek için gerekli özeni gösterdiğini ispat ederse sorumlu olmaz. Bu davalarda da görevli mahkeme bağımsız çalışan doktorlarda olduğu gibi Tüketici Mahkemesi’dir, davanın doktorun mesleki sorumluluk sigortasına karşı yöneltilmesi halinde ise dava Asliye Ticaret Mahkemeleri’nde görülür.
Kamu hastanelerinde çalışan doktorların malpraktis sebebiyle sorumluluğu ve takip edilecek hukuki prosedür: Doktor hatası sebebiyle meydana gelen zararın bir kamu hastanesinde gerçekleşmesi durumunda doğrudan doktor veya mesleki sorumluluk sigortasına karşı dava açılması mümkün değildir. Dava ancak idareye karşı açılabilir, zararın idare tarafından tazmin edilmesinin ardından şartları varsa doktora karşı dava ancak rücu amacıyla idare tarafından yöneltilebilir.
Kamu hastanelerinde doktor hatasını içeren ve zarar meydana getiren tedavinin idari bir eylem olması sebebiyle yürütülecek hukuki prosedür, İdari Yargılama Usul Kanunu 13. maddesine göre belirlenir. Buna göre zararın meydana geldiği veya zarar ile eylemin arasındaki illiyet bağının öğrenildiği tarihten itibaren 1 yıl ve her halükarda olay tarihinden itibaren 5 yıl içinde ilgili idareye ön başvuru yapılarak zararın giderilmesi talep edilmek zorundadır. Başvurunun idare tarafından reddedilmesi veya 30 günlük kanuni süre içince cevapsız bırakılması halinde idare mahkemesinde 60 gün içinde tam yargı davası açılacaktır. Bu süreler hak düşürücü olması sebebiyle idareye karşı açılacak davalarda azami özen gösterilmesi davacıların menfaatine olacaktır.
Bir üst paragrafta belirtilen İYUK m. 13’teki 1 ve 5 yıllık kanuni sürelere ilişkin önemli bir istisna, zarar ile eylem arasındaki illiyet bağının bu süreler geçtikten sonra ortaya çıkması halinde kendini gösterir. Açılan bir soruşturmanın, davanın veya bilirkişi raporunun olay tarihinden itibaren 1 ve 5 yıllık sürelerin geride kalmasının ardından neticelenmesi ve bu neticeye göre kamu çalışanı doktora kusur izafe edildiğinin öğrenilmesi halinde kanuni süreler, ortaya çıkan durumun öğrenildiği tarihten itibaren işlemeye başlayacaktır. Aksi halde hak arama özgürlüğü ihlal edileceğinden ötürü Danıştay ve Anayasa Mahkemesi tarafından davacılar lehine verilmiş birçok yerleşik kararda bu durumun altı çizilmiştir.
“Dava dosyasının incelenmesinden; K2’in, 07/04/2006 tarihinde Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesinde gerçekleştirdiği doğum sırasında küçük Sudenaz’ın doğum esnasında omzunun anne rahmine takılması sonucu sağ kolunun tamamiyle iş göremez duruma geldiği ve 06/06/2012 tarihli sağlık kurulu raporuyla %49 oranında özürlü olduğunun kesinleşmesi üzerine, davalı idareye süresinde yapılan başvurunun zımnen reddi üzerine 20/05/2013 tarihinde bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Buna göre, davacıların, 06/06/2012 tarihli sağlık kurulu raporuyla eylemi ve eylemin idareye atfedilebilir olduğunu öğrendiği tam olarak öğrendikten sonra 2577 sayılı Kanunun 13. maddesine göre 1 yıllık süre içerisinde idareye yaptıkları başvurunun reddi üzerine süresinde bu davayı açtıkları anlaşılmaktadır. Bu durumda, İdare mahkemesince uyuşmazlığın esası incelenerek bir karar verilmesi gerekirken, davanın süre aşımı yönünden reddi yolunda verilen kararda usul hükümlerine uygunluk görülmemektedir.” (Danıştay 15. Dairesi 2013/12681 E – 2014/280 K)
DOKTOR HATASI SONUCU ORTAYA ÇIKAN ZARAR TÜRLERİNE GÖRE TALEP VE DAVA HAKLARI
Doktor hatası sonucu meydana gelen zarar hastanın ölümü veya bazı beden fonksiyonlarını kullanamaması şeklinde ortaya çıkar. Hastanın ölümü halinde yakınları, beden fonksiyonlarını yitirmesi halinde ise hem kendisi, hem de zarara uğrayan yakınları tarafından dava açılması mümkündür. Ölüm halinde Borçlar Kanunu’nun 53/3 maddesinde “Ölenin desteğinden yoksun kalan kişilerin bu sebeple uğradıkları kayıplar” olarak ifade edilen destekten yoksun kalma sebebiyle maddi tazminat gündeme gelecektir, destekle ifade edilen de aslında parasal gelirdir. Destek gelirinden kasıt, ölüm gerçekleşmemiş olsaydı, yasal emeklilik yaşına kadar yakınlarına sunacağı varsayılan, beyin ve beden gücüyle elde edeceği meslek içi tüm gelirleri, başka bir deyişle görev aylıklarıdır. Aksi ispatlanmadığı sürece destekten yoksun kalma zararı olduğu kabul edilen yakınlar eş ve çocuklar ile anne ve babadır. Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarında ifade edildiği gibi bu yakınların dışında kalan kimselerin destekten yoksun kalma tazminatına hak kazanmaları için destek zararları olduğunu ispat etmek zorundadırlar.
Doktor hatası sonucu hastanın beden fonksiyonlarının kaybı halinde ise tazminat hakkına öncelikle hasta sahip olacaktır. Bu durumda hastanın iş göremezlik(maluliyet) oranı kesin olarak saptandıktan sonra emekli oluncaya kadar elde edeceği varsayılan meslek içi geliri hesaplanarak bu oran tutarında maddi tazminata hükmedilecektir. Hem ölüm, hem de beden fonksiyonlarının kaybı halinde yakınların manevi tazminat talep etme hakları saklıdır, hükmedilecek manevi tazminat ise hakim tarafından somut olayın özellikleri dikkate alınarak, zenginleşme aracı olmamak kaydıyla duyulan acı, üzüntü ve kederi giderme amacıyla belirlenecektir.
ESTETİK MAKSATLI YAPILAN İŞLEM VE OPERASYONLARDA DOKTOR HATASI SEBEBİYLE SORUMLULUK
Tedavi maksatlı yapılan doktor uygulamaları ile estetik müdahaleler arasında hukuki olarak önemli bir fark bulunmaktadır. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere hekimlik sözleşmesiyle hastayı iyileştirmek için tıbbi müdahalede bulunma edimini üstlenen doktor, olumlu neticenin meydana gelmemesinden tek başına sorumlu tutulamaz. Vekalet sözleşmesinin unsurları uyarınca doktorun üstlendiği edim tıbbi sınırlar içinde elinden geçen çaba ve özeni göstermektir, ölümsüzlük ya da mutlak iyileşmenin taahhüt edildiği bir sözleşme hukuken de geçerli değildir. Ancak estetik maksatlarla yapılan tıbbi müdahalelerin, tedavi niteliğinde olmaması sebebiyle zorunluluktan doğmadığı ve daha ziyade görsel tatmin sağlamanın amaçlandığı kabul edilir. Bu görsel tatmini sağlamak, işlemi yapan doktor için açıkça taahhüt edildiği için de doktor ile hasta arasındaki ilişki tedavi/hekimlik sözleşmesinden ayrılır. Doktor, taahhütte bulunması sebebiyle geniş anlamda müteahhit/yüklenici olarak kabul edilir ve bu hukuki ilişki Borçlar Kanunu’nun 470. vd maddelerinde ifade edilen Eser Sözleşmesine tabidir. Eser Sözleşmesinde müteahhit/yüklenici, iş sahibine(hasta) sonucu garanti eder ve taahhüt edilen sonucun gerçekleşememesi halinde hukuken sorumlu olur. Somut olayın şartlarına göre estetik müdahalede bulunan doktorun komplikasyonlar sebebiyle sorumlu olmayacağı istisnalar kabul edilebilir, ancak bunun için müdahale öncesi iş sahibi(hasta) titizlikle aydınlatılmalı ve ön görülen riskleri kabul ettiğine dair yazılı bir muvafakatı alınmalıdır. Eser sözleşmesini en önemli unsurlarından biri yüklenilen edimin gereği gibi ifa edilmemesi halinde iş sahibinin 5 yıllık zamanaşımı süresi içinde talep ve dava haklarını kullanma zorunluluğudur, estetik müdahale ve operasyonlarda iş sahibi hasta olduğu için bu süreye dikkat edilmesi önem teşkil eder. Estetik müdahale ve operasyonlardan kaynaklı ihtilaflarda görevli mahkeme, tedavi sözleşmesinde olduğu gibi Tüketici Mahkemesi’dir, doğrudan doktorun sigorta şirketine karşı açılacak davalar ise Asliye Ticaret Mahkemesi’nde görülür.